Hükümetlerin insanların paniğe kapılacağını varsayması pandemiyi şiddetlendirir.
Pandemi sırasındaki pek çok korkudan biri, özellikle tehlikeliydi: hükümetlerin halkına duyduğu korku. Eski ABD başkanı Donald Trump, “paniği azaltmak” için koronavirusun risklerini küçümsediğini itiraf etti. Brezilya Devlet Başkanı Jair Bolsonaro, basını “histeriye” neden olmakla suçladı. İngiltere hükümeti, İngiliz nüfusunun kısıtlamalardan çabuk yorulacağından korkarak karantinayı erteledi. Ve benim memleketim Danimarka’da yetkililer, “gereksiz korkudan” kaçınmak için 2020 başlarında halkın dikkatini pandemi hazırlıklarına çekmemeye çalıştı.
Danimarka sonradan, vatandaşlarına acı gerçekler konusunda güvenme stratejisine yöneldi. Ardından gelen katılım, düşük ölüm oranlarına yol açtı ve 50 yaşın üzerindeki herkeste %95 (ve genel nüfusta %75)’lik bir aşılama oranı için zemin hazırladı. Eylül 2021’de ülkem, COVID-19’un artık “kritik tehdit” olarak sınıflandırılmadığını açıkladı.
Pandemiden önce, Danimarkalıların krizlere verdiği tepkileri incelemiştim; buna 2015 yılında İslamcı silahlı bir kişinin tek başına bir konuşma etkinliğine ve bir sinagoga saldırdığı ölümcül terör saldırısı da dahildi. Meslektaşlarım ve ben Danimarkalıların çoğunluğunun bu olaylardan sonra Müslümanlara ateş püskürmedikleri veya haklarını kısıtlama çağrısı yapmadıkları sonucuna vardık; bu kısmen politikacılardan gelen net mesajlara bağlıydı. Bu, irrasyonel ve zarar verici davranışların hiç gerçekleşmeyeceği anlamına gelmez, ancak özellikle yetkililer ve medya soğukkanlı davrandığında, krizler karşısındaki kitlesel panik eğilimi gözde fazla büyütülür.
Mart 2020’de yurtiçinde ve yurtdışında pandemi müdahalelerini incelemeye başladım ve Danimarka hükümetine danışman oldum. Genel mesajım şuydu: Halkın panikleyeceğini varsaymayın. Bu varsayım ters etki yapar ve araştırmalar tarafından doğrulanmaz.
Pandemi sırasında hızlı davranış değişikliği çok önemlidir, bu nedenle insanlardan ‘sakin kalmaları ve bir şey yokmuş gibi devam etmeleri’ istenemez. Söz dinleyecek ve nasıl hareket edeceklerini bilecek kadar krizi ciddiye alacaklarsa net bilgilere ihtiyaçları vardır. Mart 2020’nin başlarında, sosyal medyada, medyada ve nihayetinde Danimarka hükümetine mesajım buydu.
Başbakan Mette Frederiksen 11 Mart 2020’de sokağa çıkma yasağı ilan ettiğinde, hükümetin söylemi etkileyici bir netliğe ve belirsizliğin kabulüne doğru evrilmişti. #FlattenTheCurve grafiği (birkaç gün önce The Economist dergisi tarafından popüler hale getirildi), kontrolsüz bir salgının hastaneleri nasıl zorladığını göstermek için kullanıldı. Bu bir aciliyet ve kriz duygusu yarattı, ama panik yaratmadı. Ve Frederiksen belirsizliği açıkça kabul etti. “Bu durumda keşfedilmemiş bir bölgede duruyoruz” dedi. “Hata yapacak mıyız? Evet yapacağız.”
Danimarkalı yetkililerin vatandaşlarına güvenmeye cesaret ettikleri, çünkü vatandaşlarının onlara güvendiğini bildikleri iddia edilebilir. Ne de olsa Danimarka genellikle uluslararası güven araştırmalarında başı çeker. Ancak bu deneyimin başka bir yerle de ilişkili olduğunu düşünüyorum. Araştırmalar, afet karşısında insanların panikle değil dayanışmayla tepki verdiğini sürekli olarak ortaya koyuyor. Örneğin, Çin depreminden sonra yapılan bir araştırma, insanların kaynaklarını yabancılarla paylaşmaya ve hayır işleri yapmaya daha istekli hale geldiğini gösterdi (L.-L. Rao ve diğerleri. Evol. Hum. Behav. 32, 63-69; 2011). Fransa ve başka yerlerdeki terör saldırılarından elde edilen kanıtlar, Danimarka deneyimini yansıtıyor: siyasi liderler örnek teşkil ederse, ortalama bir vatandaş azınlık etnik gruplara mensup insanların haklarına karşı çıkmaz. Çoğu insan, pandemi paniğinin en somut örneği olan istifleme sırasında bile tuvalet kağıdı için sırada sabırla bekledi.
Halkın tatsız gerçeklerle etkili bir şekilde başa çıkamayacağı fikri, pandemi yönetimini kötü etkiler. Otoriteleri, kendi kendilerini başarısızlığa iten şekilde iletişim kurmaya yönlendirir. Grubumun araştırması, mesajların öz-yeterliliği iletmesi gerektiğini gösteriyor: ne yapacağını ve nasıl yapacağını bildiğini hisseden insanlar muhtemelen buna uyacaktır (F. Jørgensen ve diğerleri. Br. J. Health Psychol. 26, 679-696; 2021 ). Halkını küçümseyen hükümetler, halkın yapamadıklarına odaklanır.
Halka güvenmeyen yetkililer, olumsuz veya karmaşık gerçekleri de küçümserler. Paternalist otoriteler, diyelim ki azalan bağışıklığın veya yeni varyantların ortaya çıkan kanıtlarını açıklamak yerine, belirsiz güvenceler vermeye başvururlar. Araştırmamız, belirsizliğin aşı kabulünü engellediğini ve yetkililere olan güveni azalttığını gösteriyor (M. B. Petersen ve diğerleri Proc. Natl Acad. Sci. USA 118, e2024597118; 2021).
Güveni sürdürmek anahtardır: aşı kabulünün en iyi göstergesi ve yanlış bilgilendirmeye karşı bir panzehirdir. Danimarkalı sağlık yetkilileri, yan etkiler son derece nadir olmasına rağmen, spesifik aşıların kullanımını askıya aldıklarında ciddi, potansiyel olarak ölümcül yan etkilerden açıkça bahsettiler. Benim araştırmam ve diğer araştırmalar, bu kararın -dengeleme ve etkinliğin açık olarak tanımlanmasıyla birlikte- genel olarak sürece zarar vermediğini gösteriyor.
Siyaset bilimci ve ekonomi bilimi alanında Nobel ödüllü Elinor Ostrom, politika üretenleri, insanların kendileri için düşünme yeteneklerini dikkate almadan hareket ederek “birbirlerine çok az güvenen alaycı vatandaşlar” yarattıkları konusunda uyarmıştı. Belki de bu tür sorunlar devam ediyor, çünkü hükümetler, psikolojik önyargılar üzerine araştırmalara dayanan davranışsal tavsiyelere giderek daha fazla güveniyorlar. Bu tür araştırmalar, halkın irrasyonel olduğu görüşünü desteklemeyi amaçlamasa da, siyasi elitler arasında zaten popüler olan görüşleri güçlendirebilecek şekilde, insanların karar alma sürecindeki hataları rutin olarak vurgular.
Bu karşılıklı güvensizliği gidermek için ne yapılabilir? Oyun teorisinden ödünç almak gerekirse, ilk hamleyi ancak otoriteler yapabilir. Otoriteler güvenmeye cesaret edemezlerse, vatandaşlar asla güvenmez.