Prof. Dr. Haluk Eraksoy ile Röportaj
Nasıl bir çocukluk geçirdiniz?
Çekirdek aile sayılacak bir aile içinde büyüdüm: Annem, babam, kız kardeşim ve ben. Çocukluğum, doktor olan babamın görev yerlerinde geçti: Afyon, İstanbul, Kocaeli. Her zaman okulun çalışkan öğrencileri arasında oldum. Ama haşarılıklarım da olmadı değil. Kulağımın sık sık çekildiğini anımsıyorum. Akranlarımın “apartman çocuğu” diye dudak büktüğü çocuklardan değildim. Mahallede koşar, kağıttan toplarla maç yapardık. Uzun eşek, birdirbir, kör ebe, saklambaç filan. Ailecek görüştüğümüz doktor çocuklarıyla da birbirimizin evlerine gidip oynardık. O zamanlar bugünkü gibi oyuncaklar yoktu. Hatta iki tekerlekli bisikletim bile olmadı. Her yaz ailecek 10-15 günlüğüne Marmara Adası’na gider, hep aynı pansiyonda kalırdık. Uzatmayayım, mutlu ve huzurlu bir çocukluk geçirdim, diyebilirim.
Bir çocukluk kahramanınız, idolünüz var mıydı? Gelişiminize en fazla katkısı olan kişi kimdi?
Birileri için “Büyüyünce şunun gibi olacağım, bunun gibi olacağım” diye biraz da çocukça düşler kurduğum olmuştur. Ama kalıcı izi olan kimdi, derseniz, kimseyi anımsamıyorum. Babamın kişisel gelişimimde çok büyük etkisi olmuştur. Özellikle kitaba düşkünlüğümü ona borçluyum. Bir de -gerçi epeydir oynamıyorum ama- uzun yıllar süren satranç tutkumu.
20’li 30’lu yaşlarınıza dair neler söyleyebilirsiniz? Geri dönme şansınız olsaydı neyi değiştirmek isterdiniz?
Bizim kuşağımız arasında bir dünya görüşü olarak toplumculuk ağır basardı. Bireycilik, bencillik ayıplanırdı. Bugün tartışma konusu haline gelen “Andımız” hepimizin bilinç altında yer etmişti galiba. O döneme bir eleştiri yöneltmek istemem. Tam uzman olacağım sırada devlet hizmeti yükümlülüğü getirildi. Akademik kariyer için düşünülen ve yurt dışına gönderilmek üzere olan bir kişiyken, kendimi Anadolu’nun bağrında buldum. Gençliğin de etkisiyle bunu içime sindirememiştim. Ama o sayılı günlerde edindiğim deneyimlerin bana çok şey kattığını, başka bir şeyle değişilemeyeceğini sonradan idrak ettim. Hâlâ da bunu bir avuntu değil, gerçek bir kazanım olarak görüyorum.
Bugünkü başarınızı ve geldiğiniz konumu en çok hangi özelliğinize bağlarsınız? Aynı anda bu kadar fazla işi başarabilmek için bir sırrınız var mı?
Sabırlı bir insanım. Bir de iyimser. Dinlemeyi severim. Aynı anda başarmış gibi gözüktüğüm işler, o kadar fazla mı, bilmiyorum. Aslında şu sıralarda bana tek bir işle uğraşıyormuşum gibi geliyor: o da eğitim.
Doğru, güzel Türkçe konuşmaya ve yazmaya olan tutkunuz, gayretiniz ve hassasiyetiniz tüm camia tarafından bilinmekte ve yıllardır KLİMİK Dergisi’nin başeditörü olarak görev yapmaktasınız. Kelimelere ve editörlüğe olan ilginiz ne zaman ve nasıl başladı?
Çocukluğumda başladı, diyebilirim. İlkokulda sözlük okurdum. Kitap okur gibi. Az önce de söyledim. Babam akşamları eve gelirken sık sık bana kitap getirirdi. O da çok okurdu. Hatta ona da bu özellik babasından geçmiş olabilir. Dedem de Cumhuriyet’in ilk edebiyat öğretmenlerindenmiş. Editörlük üzerime yapıştı gerçekten. Ne yapıp edip kendimi kurtarmam gerekiyor. Dile ve edebiyata meraklı olunca yazıp çizmeye de merak sarıyorsunuz. Şifası olmayan bir hastalık galiba.
(Röportaj, 13-16 Mart 2019’da Antalya’da gerçekleştirilen XX. Türk Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları Kongresi sırasında yapılmıştır.)